Osmanlı’dan Dünyaya Uzanan Bir Serüven...

Osmanlı’dan Dünyaya Uzanan Bir Serüven...

900’lü yıllar öncesinde Etiyopya’da, Galla Kabilesi kahve çekirdeğinin uyarıcı etkisini keşfeder. Kahve çekirdeği kavrularak dövülür ve yağla karıştırılarak top haline getirilir. 1000’li yıllara gelindiğinde kahve, Arap tacirlerin Orta Doğu’ya getirdiği bitkinin dikimine başlanarak bitkinin çekirdeği kaynatılarak elde edilir ve “kahwa” olarak adlandırılır.

1400’lü yıllarda Yemen’de kahve bitkisinden yapılan bir içecek Sufiler arasında yaygınlık kazanır ve Arap Yarımadası’nda kahve yetiştirilmeye başlanır. Ticari olarak yetiştirilen ilk kahve Yemen’in Kızıldeniz ağzındaki El-Muha (Mocha) limanına yakın bölgelerde bulunur. 16. yüzyılın başlarında Mısır’da yaygın olarak içilmeye başlanan kahve oradan da Suriye’ye gelmiştir. 1517 yılında kahve ilk kez İstanbul’a Kanuni Sultan Süleyman zamanında Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından getirilir ve ilk kahvehanelerin açılışı 1551-1555 yılları arasında gerçekleşir.

Osmanlı Türkleri’nin 1536 yılında Yemen’de tanışıp İstanbul’a taşıdıkları kahve lezzeti, sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle sultana servis edilir. Padişahın beğenisini kazanan kahve, o andan itibaren adeta sarayın gözdesi olur. Öyle ki haremde cariyelere doğru kahve pişirme dersleri bile verilir. Zaman içerisinde tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler ile bu lezzet dönemin sosyal hayatına damgasını vurur.

Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını alır. Kahvenin asıl hazırlanma şekli oldukça detaylı adım gerektirir. Öncelikle, taze kavrulmuş kaliteli kahve çekirdekleri toz haline gelen kadar, havan veya öğütücü içinde öğütülür. Sonra, kahve, soğuk su ve isteğe bağlı olarak, şeker cezveye koyulur. Kahve ocağın üzerine yerleştirilip, yüzeyde köpük oluşacak şekilde pişirilir. Son olarak, bir bardak su ve Türk lokumuyla servis edilir. Güzel bir tada ulaşmak, kahvenin kavrulma şekli ve derecesi gibi bazı özel noktalara dikkat etmeyi gerektirir.

İlerleyen zamanlarda kahve çekirdeği önemli bir ihracat malı haline gelerek önce Avrupa’ya, ardından tüm dünyaya yayılarak günümüze kadar ulaşır. Osmanlı İmparatorluğu’nu on yedinci yüzyılda ziyaret eden Fransız gezgin Jean de Thévenot kahve ile tanışıp bu içeceğin şimdiki yönteme çok benzeyen hazırlama yöntemini uzun uzadıya anlattıktan sonra Osmanlılar için ne kadar önemli bir yaşam unsuru olduğunu şöyle anlatır: “Zengin veya fakir her Türk günde en az iki fincan kahve içer. Her koca, karısına kahve temin etmekle yükümlüdür”. İstanbul’u on dokuzuncu yüzyılda ziyaret etmiş ve bir süre burada yaşamış olan İtalyan gezgin Edmondo de Amicis ise bu tutkuyu şöyle anlatır: “Galata Kulesi’nin ve Beyazıt Kulesi’nin tepelerinde kahve vardır, vapurlarda kahve vardır, mezarlık içinde kahve vardır, resmi dairelerde kahve vardır, hamamlarda kahve vardır, çarşı içinde kahve vardır. İnsan İstanbul’un neresinde bulunursa bulunsun, etrafına hiç bakmadan sadece bağırması yeterlidir “kahve!” üç dakika sonra önünüzde bir kahve tütmeye başlar.

17. yüzyılın ilk yarısında, kahve hala egzotik bir içecekti ve şeker, kakao ve çay gibi az bulunan diğer maddeler gibi başlangıçta üst sınıf tarafından pahalı tıbbi ilaçlar gibi kullanılıyordu. Sonraki 50 yılın ardından, Avrupalılar bu Arap içeceğinin sosyal ve aynı zamanda tıbbi faydalarını keşfetmişlerdi. 1650’lerde kahve, İtalyan sokaklarında; kahve, çikolata ve likör de sunan aquaccdratajo veya limonata satıcıları tarafından satıldı. Venedik’in ilk kafesi 1683’de açıldı. Sunduğu içeceğin ismini alan “caffe” (Avrupadaki diğer yerlerde cafe olarak yazılır) kısa sürede eğlenceli dostluklar, neşeli sohbetler ve lezzetli yiyeceklerle eş anlamlı bir hale geldi.

Kafelerin Yaygınlaşması

Kahve ve kafeler Almanya’nın yanı sıra Londra’da da fırtına gibi esmeye başlar. 1700’lerde, Londra’da, diğer tüm işletmelerden daha fazla yer ve kiraya sahip 2000’den fazla kafe hizmet vermektedir. Kafeler 1 sentlik üniversiteler olarak bilinmektedir. Bunun sebebi de bu paraya bir fincan kahve alınabiliyor ve oturup saatlerce sıra dışı sohbetler edilebiliyor olmasıydı.

Amerika Kıtası’ndaki ilk Amerikan kafesi 1689’da Boston’da açılır. Kolonilerde meyhane ve kafe arasında açık bir fark yoktur. 1697’den 1832’ye kadar kafe-meyhane olan Boston’un Green Dragon’u örneğindeki gibi bira, kahve ve çay birlikte sunulur.

1714’de, Hollanda, Fransız hükümetine sağlıklı bir kahve bitkisi verir ve dokuz yıl sonra Gabriel Mathieu de Clieu adında tutkulu bir Fransız deniz subayı, kahve üretimini Fransız kolonisi olan Martinik’e getirir.

Paris’te bulunan Jardin des Plantes’den (Botanik Bahçesi) Hollanda tohumlarından üretilen bitkilerden birini alır ve ona Atlas Okyanusu’nu aşan tehlikeli bir yolculuk süresince, daha sonra “bu narin bitkiye bağışlamak zorunda olduğum sonsuz özen” şeklinde açıklayacağı biçimde bakar. Bir korsan tarafından yakalanmaktan kaçtıktan ve bir fırtınayı sağ salim atlattıktan sonra, De Clieu’nun gemisi, rüzgarsız durgun sularda bir ay kadar bir süre ilerlemeye çalışır. Fransız subay çok sevdiği bitkisini, kıskanç bir yolcudan koruyarak sınırlı suyunu onunla paylaşır. Sonunda Martinik’e ekildiğinde, kahve ağacı büyür. Bu tek bir bitkiden, muhtemelen, dünyanın bugünkü kahve ihtiyacının çoğu temin edilmektedir.

Ünlü Fransız kafelerinin kökleşmesi, 1689’da, İtalyan bir göçmen olan Francois Procope’un Comedie Franchise’ın tam karşısına Cafe de Prope’yi açması ile başlar. Almanya’ya 1670’lerde gelen “kahve” ve “kafeler” 1721’de birçok büyük Alman şehrinde yaygınlık göstererek uzun bir süre üst sınıfın sınırlarında kalır.

900’lü yıllar öncesinde Etiyopya’da, Galla Kabilesi kahve çekirdeğinin uyarıcı etkisini keşfeder. Kahve çekirdeği kavrularak dövülür ve yağla karıştırılarak top haline getirilir. 1000’li yıllara gelindiğinde kahve, Arap tacirlerin Orta Doğu’ya getirdiği bitkinin dikimine başlanarak bitkinin çekirdeği kaynatılarak elde edilir ve “kahwa” olarak adlandırılır.

1400’lü yıllarda Yemen’de kahve bitkisinden yapılan bir içecek Sufiler arasında yaygınlık kazanır ve Arap Yarımadası’nda kahve yetiştirilmeye başlanır. Ticari olarak yetiştirilen ilk kahve Yemen’in Kızıldeniz ağzındaki El-Muha (Mocha) limanına yakın bölgelerde bulunur. 16. yüzyılın başlarında Mısır’da yaygın olarak içilmeye başlanan kahve oradan da Suriye’ye gelmiştir. 1517 yılında kahve ilk kez İstanbul’a Kanuni Sultan Süleyman zamanında Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından getirilir ve ilk kahvehanelerin açılışı 1551-1555 yılları arasında gerçekleşir.

Osmanlı Türkleri’nin 1536 yılında Yemen’de tanışıp İstanbul’a taşıdıkları kahve lezzeti, sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle sultana servis edilir. Padişahın beğenisini kazanan kahve, o andan itibaren adeta sarayın gözdesi olur. Öyle ki haremde cariyelere doğru kahve pişirme dersleri bile verilir. Zaman içerisinde tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler ile bu lezzet dönemin sosyal hayatına damgasını vurur.

Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını alır. Kahvenin asıl hazırlanma şekli oldukça detaylı adım gerektirir. Öncelikle, taze kavrulmuş kaliteli kahve çekirdekleri toz haline gelen kadar, havan veya öğütücü içinde öğütülür. Sonra, kahve, soğuk su ve isteğe bağlı olarak, şeker cezveye koyulur. Kahve ocağın üzerine yerleştirilip, yüzeyde köpük oluşacak şekilde pişirilir. Son olarak, bir bardak su ve Türk lokumuyla servis edilir. Güzel bir tada ulaşmak, kahvenin kavrulma şekli ve derecesi gibi bazı özel noktalara dikkat etmeyi gerektirir.

İlerleyen zamanlarda kahve çekirdeği önemli bir ihracat malı haline gelerek önce Avrupa’ya, ardından tüm dünyaya yayılarak günümüze kadar ulaşır. Osmanlı İmparatorluğu’nu on yedinci yüzyılda ziyaret eden Fransız gezgin Jean de Thévenot kahve ile tanışıp bu içeceğin şimdiki yönteme çok benzeyen hazırlama yöntemini uzun uzadıya anlattıktan sonra Osmanlılar için ne kadar önemli bir yaşam unsuru olduğunu şöyle anlatır: “Zengin veya fakir her Türk günde en az iki fincan kahve içer. Her koca, karısına kahve temin etmekle yükümlüdür”. İstanbul’u on dokuzuncu yüzyılda ziyaret etmiş ve bir süre burada yaşamış olan İtalyan gezgin Edmondo de Amicis ise bu tutkuyu şöyle anlatır: “Galata Kulesi’nin ve Beyazıt Kulesi’nin tepelerinde kahve vardır, vapurlarda kahve vardır, mezarlık içinde kahve vardır, resmi dairelerde kahve vardır, hamamlarda kahve vardır, çarşı içinde kahve vardır. İnsan İstanbul’un neresinde bulunursa bulunsun, etrafına hiç bakmadan sadece bağırması yeterlidir “kahve!” üç dakika sonra önünüzde bir kahve tütmeye başlar.

17. yüzyılın ilk yarısında, kahve hala egzotik bir içecekti ve şeker, kakao ve çay gibi az bulunan diğer maddeler gibi başlangıçta üst sınıf tarafından pahalı tıbbi ilaçlar gibi kullanılıyordu. Sonraki 50 yılın ardından, Avrupalılar bu Arap içeceğinin sosyal ve aynı zamanda tıbbi faydalarını keşfetmişlerdi. 1650’lerde kahve, İtalyan sokaklarında; kahve, çikolata ve likör de sunan aquaccdratajo veya limonata satıcıları tarafından satıldı. Venedik’in ilk kafesi 1683’de açıldı. Sunduğu içeceğin ismini alan “caffe” (Avrupadaki diğer yerlerde cafe olarak yazılır) kısa sürede eğlenceli dostluklar, neşeli sohbetler ve lezzetli yiyeceklerle eş anlamlı bir hale geldi.

Kafelerin Yaygınlaşması

Kahve ve kafeler Almanya’nın yanı sıra Londra’da da fırtına gibi esmeye başlar. 1700’lerde, Londra’da, diğer tüm işletmelerden daha fazla yer ve kiraya sahip 2000’den fazla kafe hizmet vermektedir. Kafeler 1 sentlik üniversiteler olarak bilinmektedir. Bunun sebebi de bu paraya bir fincan kahve alınabiliyor ve oturup saatlerce sıra dışı sohbetler edilebiliyor olmasıydı.

Amerika Kıtası’ndaki ilk Amerikan kafesi 1689’da Boston’da açılır. Kolonilerde meyhane ve kafe arasında açık bir fark yoktur. 1697’den 1832’ye kadar kafe-meyhane olan Boston’un Green Dragon’u örneğindeki gibi bira, kahve ve çay birlikte sunulur.

1714’de, Hollanda, Fransız hükümetine sağlıklı bir kahve bitkisi verir ve dokuz yıl sonra Gabriel Mathieu de Clieu adında tutkulu bir Fransız deniz subayı, kahve üretimini Fransız kolonisi olan Martinik’e getirir.

Paris’te bulunan Jardin des Plantes’den (Botanik Bahçesi) Hollanda tohumlarından üretilen bitkilerden birini alır ve ona Atlas Okyanusu’nu aşan tehlikeli bir yolculuk süresince, daha sonra “bu narin bitkiye bağışlamak zorunda olduğum sonsuz özen” şeklinde açıklayacağı biçimde bakar. Bir korsan tarafından yakalanmaktan kaçtıktan ve bir fırtınayı sağ salim atlattıktan sonra, De Clieu’nun gemisi, rüzgarsız durgun sularda bir ay kadar bir süre ilerlemeye çalışır. Fransız subay çok sevdiği bitkisini, kıskanç bir yolcudan koruyarak sınırlı suyunu onunla paylaşır. Sonunda Martinik’e ekildiğinde, kahve ağacı büyür. Bu tek bir bitkiden, muhtemelen, dünyanın bugünkü kahve ihtiyacının çoğu temin edilmektedir.

Ünlü Fransız kafelerinin kökleşmesi, 1689’da, İtalyan bir göçmen olan Francois Procope’un Comedie Franchise’ın tam karşısına Cafe de Prope’yi açması ile başlar. Almanya’ya 1670’lerde gelen “kahve” ve “kafeler” 1721’de birçok büyük Alman şehrinde yaygınlık göstererek uzun bir süre üst sınıfın sınırlarında kalır.